İnsan, milyonlarca yıldır evrim geçirerek günümüze gelmiş, savaşçı bir tür. Yaşamak için mücadele etmiş, karşılaştığı tüm zorlukları aşmayı başarabilmiş bir varlık. İlk çağlarda içgüdüsel olarak yemek, barınma, korunma gibi temel ihtiyaçlara odaklanmışken, ilerleyen dönemlerde, temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, sadece hayatta kalma amaçlı değil, aynı zamanda gelişme amaçlı daha büyük yaratımlara imza atmış, zaman içinde doğaya karşı olan mücadelesi yerini kendi türüne karşı bir mücadeleye bırakmış. Günümüzde hızla artan dünya nüfusu, bu mücadelenin yarardan çok zarar getirmesine, giderek daha vahşi, daha yıkıcı olmasına ve insanın, kendi türüne geri dönülmez, onarılmaz derecede zararlar vermesine neden oluyor ne yazık ki.
Söz konusu mücadeleye artık sadece politika cephesinde ve savaş alanlarında rastlamıyoruz. Kendi türümüze karşı, aileden başlayarak, toplumun her katmanında ve sosyal hayatın her boyutunda amansız bir savaşın içine atılıyoruz. Doğduğumuz andan itibaren yoğun bir rekabet ve öne geçme arzusu yükleniyor belleklerimize. Ve her zaman bir adım önde olmaya programlanmış olarak, karşımıza çıkan ve bize engel olma potansiyeli olan herkesi ve her şeyi yıkıp geçme hakkını buluyoruz kendimizde.
İşte tam da bu yüzdendir gelişmenin önünün tıkanması. Bu yüzdendir insanın giderek daha yıkıcı olması ve medeniyetin sadece maddiyata ve teknolojiye endekslenmesi. Sosyalleşmenin sadece sosyal medya üzerinden yansıtılan sanal kişiliklerle, yüzeysel mesajlarla sınırlanmasını eleştirirken, karşılaştığımız pandemi gerçeği bizi birbirimizden daha da uzaklaştırdı ve artık tamamen bilgisayarların, telefonların, tabletlerin içine saklanmış olarak yaşıyoruz. Olmadığımız kişilikler olarak boy gösteriyoruz dijital dünyada, yapmadığımız şeylerle gururlanıyor, yaşandığı anda hissedilmeyen heyecanları, mutlulukları donuk fotoğraf karelerinde, montajlanmış, süslenmiş kısa videolarda gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Yüzlerimiz bile gerçek değil artık. Tüm yaşanmışlıklarımızı filtreliyoruz, kendi dünyamızı açık etmekten korkarak. Giderek hem topluma hem kendimize yabancılaşıyor, mutluluğu başka hayatlarda, kitaplarda, filmlerde, şarkılarda arıyoruz.
Bu süreçte birbirimizden öğrenmek bir yana, kendi gerçeklerimizi başkalarına dayatarak, ‘’Kendini Sev’’ mottosunu değişimin önüne bir bariyer gibi koyarak ve ‘’Ben buyum, beni seven böyle sevsin, beni sevmeyen ölsün’’ nidalarıyla giderek cehaletimizi pekiştiriyor, kendini sevmenin bu olmadığını anlatmaya çalışanlara öfke saçarak, bilgiye sırtımızı dönerek, sosyal medyada hızla akan kareleri bilgi zannederek, derinleşmeden, anlamadan, dinlemeden ve zevk almadan yaşıyoruz. Tıpkı sosyal medyada bir parmak hareketiyle gönderileri geçip gittiğimiz gibi, hayatı da geçip gidiyoruz, yaşadıklarımızın farkına varmıyoruz, tadını çıkarmıyoruz. Yaşamı hazmetmek şöyle dursun, çiğnemeden yutuyor, hiçbir şeye hak ettiği zamanı ayırmadan, belirsizliğe ve boşluğa koşturuyoruz. Ve akışta olmanın bu olduğunu zannediyoruz şuursuzca, hayatı anlamanın, öğrenmenin ne kadar zevkli olduğunu hiç tatmadan.
Oysa mutluluk, yaşamakta olduğumuz anda saklı. Sürekli bir mutsuzluk olmadığı gibi, sürekli bir mutluluk da yok. Bizse, anı ıskalayarak, mutluluğu bulutların üzerinde arıyoruz. Nirvanaya ermeye çalışıyoruz, daha kim olduğumuzu, ne istediğimizi bilmeden.
İşte bu yüzden yaşadığımız ana tüm dikkatimizi vermek, hayata ve insana karşı merakımızı korumak çok önemli. Gördüğümüz her şeyi, tıpkı bir çocuğun, ilk defa gördüğü bir çiçeği ya da bir böceği incelemesi gibi incelemek, anlamaya çalışmak, etiketlere, sıfatlara, unvanlara aldırmadan kendi bakış açımızı oluşturmak, başka bakış açılarını merak etmek, sormak, sorgulamak, öğrenmek, bilgiyi derinleştirmek…Hayatımızın mihenk taşlarını önemli değişimler oluşturuyor ve bu değişimleri sağlayan da, yeni bilgilerle edindiğimiz yeni deneyimler. Her an yenileniyoruz ve öğreniyoruz aslında ve sürekli değişiyoruz istemesek de. Değişim hayatın özünde var. İnsanın evrimleşmesi de bu yüzden, milyonlarca yıl hayatta kalması da. Değişim ve uyum yeteneğimiz getirdi bizi bu günlere. Öyleyse neden reddediyoruz değişimi? Neden kapatıyoruz kendimizi hayatın getirdiklerine? Neden bu kadar korkuyoruz, er ya da geç kabuğumuzdan çıkacağımızı, çıkarılacağımızı, hayatın bir biçimde bizi değiştireceğini bildiğimiz halde?
Ne demiş Hz. Mevlana?
‘’Her gün bir yerden göçmek ne iyi,
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,
Dünle beraber gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”
***
Evet, şimdi yeni şeyler söyleme zamanı. Görme, fark etme, anlama ve öğrenme zamanı. Anda kalarak, anı yaşayarak, hayatımıza sahip çıkma zamanı. Mutluluğun peşinde koşarken hayatı kaçırmadan, kendimiz olarak, kendi yolumuzda…
Tijen ÖZER